Bu iki kavram ilk bakışta birbiriyle doğrudan ilişkili değilmiş gibi görünüyor. Buna karşın yazının akışı içinde nasıl birbirleriyle ilişkili olduğu ortaya çıkacaktır.
Bir yazının vermesi gereken bazı şeyler vardır. Bunlardan birincisi, doğrudan açık bilgidir . Bu bilgi ilk anda okuyana hitap etmeyebilir. Hayatında karşılığını göremeyebilir. Buna karşın gerçek bilgi her zaman güçlü bir etki yaratır. Okuyan, bilgiyi içine alıp değerlendiremese de, ondan etkilenmesi kaçınılmazdır. Elbette bilginin gerçek olması durumunda bu böyle olacaktır.
Bir yazının vermesi gereken ikinci şey, anlam bütünlüğüdür. Bu bütünlük elbette yazıyı yazan bireyin içinde büyüttüğü anlam olacaktır. Bu anlam, yazanın ortaya koyduğu bilgi derleminden ne anladığını açığa vurur. Yazan yazısında, kendi hayatının anlamını paylaşmaktadır.
Yazının üçüncü bir amacı da vardır. Yazan, yazmak yoluyla ortaya koyduğu bilgi sistemini ve hayatının anlamını teklif eder. Ve yazan, bu anlamı doğrudan deneyimlemenin okuyucu için mümkün olduğunu iddia eder.
Yani yazanın iddiası, hayatının anlamının sadece kendisine ait olmadığı, onun birçok birey için de geçerli olabilecek bir bütünlüğe ve derinliğe sahip olduğudur
Anlam arayışı bizi biz yapan şeydir.
E.Victor Frankl, Auswitch kampında dört yıl yaşadı. O bir psikologdu. SS subaylarının, o gün kimin öleceğine kimin yaşayacağını ruh hallerine göre karar verdiği bir atmosferde; her gününe bugün son gün diyerek başlayan binlerce yahudinin, ayakta kalmayı nasıl başardıklarını inceledi. Bu süreci bizzat deneyimlediği ve içeriden yaşadığı için paha biçilmez bir deneyimdi.
O, Auswitch’deki dört yılın sonunda, hayatta kalmayı başaranlardan biriydi. Savaş sonrası Logoterapi diye bir akımın kurucusu ve öncüsü oldu. Logoterapinin temel önermesi şuydu. Hayatının bir anlamı olanlar, en güç şartlarda dahi, psikolojik dengelerini kaybetmiyorlardı. Sancılı dönem atlatıldığında, meydana gelen zararı da en kısa sürede telafi ediyorlardı.
Frankl’ın Auswitch’de gördüğü buydu. Hayatının bir anlamı olanlar, yaşama tutunmayı başarıyorlardı. Uğrunda ölmeye değer bir anlama sahip olanlar, günden güne geçerken, davranışlarını, seçimlerini bu anlama dayandırıyorlardı. Kendi değerler sistemine sadakatleri, onları en güç şartlarda dahi dengede tutuyor ve yapılması gerekeni yapmaya sevk ediyordu.
Frank’ın en ilginç ve bazılarımıza şaşırtıcı gelebilecek gözlemi ise şuydu. Hayatının bir anlamı olmayan, uğrunda ölebileceği bir değerler setine sahip olmayan insanlar, bu süreçte sadece hayatta kalmak için ne gerekiyorsa onu yapmışlardı. Ve sonuçta onlar tüm pragmatist eylemlerine karşılık hayatta en az kalabilen grubu oluşturdular. Buna karşın kendi değerleri için andan ana yaşayan bireyler, daha fazla ölüm riski barındırıyor görünmekle birlikte, sürecin sonunda daha fazla hayatta kalmayı başaran grubu oluşturuyorlardı.
Frankl, bü yüzden tüm terapi ekolünü anlam arayışına temellendirdi. Görmüştü ki, tüm psikolojik bunalımın temelinde, o bireyin hayatının anlamı hakkında şüpheye düşmesi vardı.
Her şey sorgulanabilir
21. yy’ın ilk çeyreğinde, anlam arayışı, çağlar boyunca olmadığı kadar yoğunluk kazandı. Dünya giderek bir köye dönüşüyor. Yerel düzeyde yaratılmış olan onca bilişsellik, küreselleşen dünyada anlamını yitiriyor. Her inanç açıkca sorgulanıyor ve sadece inanmak tüm tatmin ediciliğini yitirmiş görünüyor.
Bunun basit bir sebebi var. Tarihimizden bize aktarılan tüm bilişsellik sorunlarımızı çözmüş görünmüyor. Dünya birçok bakımdan limitlerine gelmiş durumda. Anlam arayışında işi ciddiye almak 21 . yy’ın nesillerine düşüyor. İnsanlığın bu gezegende var oluşunu sürdürebilmesi ve bilinçli varlığın bilincin evrimini sürdürebilmesi, her şeyi en baştan ve köklerine kadar incelememizi gerektiriyor.
Toltec bilgesi Juan Matus, “Benden önce yapılmış olan ve altında imzam olmayan anlaşmalara uymam için delirmiş olmam gerekir.” der. Bizler bu cümlenin ruhundaki bilgeliğe uyanmalıyız. O bana göre şudur. Bizden önceki nesillerin hayat ve evren görüşleri sorgulanamaz değildir. Her şeyi sorgulayabilir, doğrulayabilir ya da reddedebiliriz.
Size, anlam arayışınızda güvenle kullanabileceğiniz bazı bilgiler vermek istiyorum şimdi de.
Bu bilgileri hemencecik kabul etmenizi beklemiyorum. Bu inanç olurdu ve bizi yere götürmezdi. Ama onları bir kredi açabilecek kadar değerli görürseniz benim için yeterlidir.
Amacım, 21. yy için bize yol rehberliği yapabilecek bazı perspektifler sunmaktır.
Lütfen onları sorgulayın!
“Benlik bir yanılsamadır.”
Aslında modern fizikle beraber bilimsel olarak da kanıtlanmış olan bu gerçek, tüm benlik algımızın, içine doğduğumuz dünyada yapay olarak yaratıldığı ve tümüyle bilişsel bir yanılsama olduğudur.
Bu bilişsellik, kendimizi diğer insanlar ve dünya gözünde önemli hissetmek temelinde gelişir. Ve benlik, diğerinden ne farkım var sorusuna bir cevap olarak teşekkül eder. Aslında Freudyen bir bakışla buna süper ego desek daha iyi olacak. Süper ego bir yanılsamadır.
İnsanın kendi var oluşunu algılaması ise, yine freudyen bir bakışla “ego” diye tanımlanabilir. Bu ego, sadece var oluşun içinde kendi varlığımı hissetmek anlamındadır. Ego var olduğunu bilir ve kim ya da ne olduğunu merak etmez. Buna “kendilik bilinci” diyebiliriz.
İşte insanoğlunun içine doğduğu dünyada, kendisine öğretilen tüm dünya ve benlik yorumunun, gerçek değil sadece bir yorum olduğunu anlaması ve kendilik bilincine dönmesi, bilincin evriminde kritik bir aşamayı simgeler. Bu aşama, ayrıca bireyin kişisel tarihinden özgürleşmesini de simgeler.
“Bilinç evrimleşmektedir”
Benlik yanılsamasına neden ihtiyaç duyuldu. Çünkü bilinçli var oluş, bu boyutta kendini ifade ederken, bir tampon bölgeye ihtiyaç duydu. Bilincin bu boyutu kapsaması ve kendini tümüyle ifade edebileceği bir titreşime dönüştürmesi için, onunla geçirmesi gereken bir karşılıklı etkileşim dönemine ihtiyaç oldu. Tüm gezegenin, içindeki insan türüyle birlikte bilinçli olduğunu, ya da bilincin kendisi olduğunu göz ardı etmemeliyiz.
Bir derin su dalgıcının giydiği kıyafetler gibi, bilinç, kendi başına ayakta durabileceği an gelinceye kadar, geçici bir kıyafete büründü. Bu kıyafetler, aynı zamanda, bilincin evrimi için gerekli olan zengin yaşam deneyimlerini yaratıyordu.
Tüm toplumsal benliğimiz, toplumsal belleğimizden yaratılır. Biz onun bireydeki karşılığına zihin diyoruz. Zihnimiz, kendimizle ilgili bir yaşam öyküsünü itinayla korur ve bizi, tanımlanmış varlığımızı korumaya sevk eder. Aslında toplumsal bellekten örülmüş olan zihin, kendi varlığını korumak için, insanlığın geliştirdiği tüm yorumlama sistemini, mükemmel bir biçimde kullanır.
Fakat bilincin, kendinin farkında olmaya başlaması ve zihnin içindeki tanım evrenlerinin sadece bir tanım olduğunu fark etmeye başlamasıyla başka bir dönem başlıyor. Tüm zihnin nereden geldiğini anlıyoruz şimdi. O, bilincin salt gerçeğiyle yüzleşmeye hazır olmayan insanın bir yaratısıydı. Aslında bilincin bir yaratısıydı. Bu yaratı, bizi hem kaldıramayacağımız bir gerçekten koruyordu hem de o gerçeğe hazırlıyordu.
Bilinç Her şeydir. Sen her şeysin!
Tüm var oluş bilinçtir. Bilebildiğimiz ya da bilemediğimiz her şeyin toplamı bilinçtir. Kendilik bilincine sahip her varlık, bunu anlamak kaderiyle baş başadır.
Bu ilk başta kabul edilmesi tuhaf bir fikirdir. Bu sonsuz evrende bu minicik bedende, korkan, yıpranan ve ölen insan mı her şeyin ta kendisi. Bu insanı ululamak da neyin nesi. Bunlar sapkın düşünceler olmasın sakın!
Bu aslında insanı ululamak değil. Bu bilinci ululamaktır ki, siz isterseniz buna ruh, tanrı, kozmik zeka, kuantum alanı ya da benzer bir isim verebilirsiniz. Hepsi değişik farkındalık seviyelerinde bilince verilmiş isimlerden ibarettir.
Sınırları sonsuza genişleyen tek bir varlığız hepimiz. O yüzden önemli olan tek şey, içimizdeki ve dışımızdaki birliği keşfetmek ve onunla birleşmektir. Çünkü biz zaten oyuz.
Kişisel Önem Öldürür
Kendimizi önemli hissetmek isteriz. Diğerlerinin gözündeki onayı aramak ve sürdürmek için ve kimliğimizi ayakta tutmak için tam zamanlı efor sarf ederiz.
Sevdiğimizin bizi sevmeyi sürdürmesi için, patronun kariyerimizi desteklemesi için, dostunun sana olan ilgisini kesintisizce sürdürebilmesi için, anne ve babana hayırlı evlat olabilmen için, toplumun saydığı ve sevdiği bir kişi olabilmen için; onların gözünde önemli olabilmen için tam zamanlı stratejiler uygularsın.
Kişisel Önemimizi ayakta tutmak demek, diğerlerinin hayatındaki yerimizin ve değerimizin güncel tutulması için faaliyette bulunmayı her şeyden öne almak demektir
Tüm yaşam enerjimizi Kişisel Önemimizi ayakta tutmak çabası içinde tüketiriz.
Bununla yaptığımız, diğerlerinden, en azından birçoğundan daha önemli olduğumuzu kanıtlamaya çalışmaktır.
Kişisel önem öldürür. Çünkü hiç kimseden daha değerli olamayız. Ve hiç kimseden daha değersiz. Kişisel değerimizi, birilerinden üstün olmaya, birilerini geçmeye ve daha çok tercih edilen olmaya temellendirdiğimizde, ölüyoruz demektir.
Olan şey, ölüm yaklaştığında, asla tatmin olmamış hayatlardır. Çünkü gerçek tatmin, kişisel önemin ayakta tutulmasından gelmez. Bu, doğuştan bize armağan edilen hayat enerjimizi tüketmenin en kötü ve en etkisiz yoludur. Olan şey, sadece tüketilmiş bir hayattır.
Doğrudan deneyim bilmenin tek yoludur
Tüm fizik ve metafizik kültürümüz, doğrudan deneyimlemeyi başaramadığımız için, dünyamız ve kendimiz hakkında bize fikirler sunar. Biz ise bu fikirlerden bir bölümünü ihtiyaç duyduğumuz için gerçek kabul ederiz.
Çünkü içine doğduğumuz dünya bize bu fikirlerin gerçek olduğunu söylemektedir. İlginç olan, gerçek olduğunu söyledikleri her şeyin sadece, ortak bir kitle ipnozu olduğu gün gibi ortadayken. Kanıtı şu ki, ancak doğrudan deneyimle kendi gerçeğini örmeye başlayan bir bilinç bunu diğer bilinçlerle belli ölçüler dahilinde paylaşmayı başarabilmektedir.
Sadece inanma ihtiyacının karşılanması için yaratılan tüm bilişsel örtü, bilincin kendi gerçeğiyle arasına girmekte ve onun doğrudan deneyimle kendi bilincinin doğasını keşfetmesine engel olmaktadır.
Doğrudan deneyim bilmenin tek yoludur.
İnanma ihtiyacını aşın!
İnsanoğlunun önündeki en önemli engel, insanlık tarihi ve bu bağlamda, kişisel tarihidir. Bu tarihin özü inanma ihtiyacının tatmin edilmesi sürecidir dersek pek abartmış olmayız.
O yüzden tüm gerçek spiritüel uygulamalar, inanma ihtiyacını aşmış, doğrudan deneyimle bilen ve öğrenen bir bilinci, bedenin içinde büyütmek, kristalleştirmek için metotlar üretir, uygulamalar yapar.
Tüm metafizik kültürler ve bu kültürlerin metafizik yaratımları, insanın inanma ihtiyacından had safhada etkilenerek oluşurlar. Ve ne kadar öyle görünmese de, kuantum fiziğindeki son bulgular, tüm bilimsel buluşların da böyle yaratıldığını vurguluyor. Evren inanmak istediğin yönde sana geri bildirim veriyor.
Denilebilir ki, insanoğlu tüm gerçeğe sahip olamaz. Bilinmeyen tüm devasalığıyla orada dururken, insanoğlunun bilinmeyenle olan ilişkisini inanç üzerinden götürmesi kaçınılmazdır.
Fakat bu önermenin çürük tarafı, bilinmeyenin içindeki kudretin karşısında kendimizi aciz hissetmemiz gerektiğidir. Bilinmeyen, bilinçli varlığın seçiminde, her zaman kudretler üstü kudretler fikrini ima etmektedir. Ve ölümlü olan insan, kaderini yüce bir varlığın ellerine teslim ederek, bilinmeyen karşısında rahat edebilmekte ve inancı onu kaçınılmaz ölümü karşısında sakinleştirebilmektedir.
Kozmik Bilincin niteliği hakkında artan doğrudan deneyimler, tanrı dediğimiz mevcudiyetin doğası ve işleyişi hakkında, bizi giderek artan bir bilgi selinin içinde bırakıyor. Bu da tümel Bilinçle ya da Kozmik zekayla nasıl bir ilişki kurmamız gerektiğine dair harika bir perspektif sunuyor. En azından şu anda söyleyebilirim ki, bu ilişki biçimi, kudretli bir tanrı karşısındaki aciz kulun ilişkisi değildir. Bu tümüyle insan bilişselliği içerisinde yaratılmış bir betimleme ve gerçekle yakından uzaktan bir ilgisi yok.
Ölümümüzün varlığının bilincinde olun!
Ölümümüzün varlığının bilincinde olmak demek, insan bilişselliği içinde yaratılmış olan, korkmak ve umut etmek temelinde var olan; kendine acıma suçluluk ve yargı ile beslenen kimliklerimizin ölümle sona ereceğini bilmektir.
Ölümle sona ermeyen nedir? Kendilik bilinci sona ermez. Ve bu bilinç tümel bilinç içindeki bütünlüğüne döner.
Peki ayrı ve özel bir var oluşumuz yok mu?. Tekrar bilinç okyanusunda eriyerek bireysel varlığımızı tamamen sona erdireceksek, bu yaşamların, hayatın kendisinin amacı ne?
Hayatın amacı, bilincin, ifade alanlarını genişletmektir elbette. Bilinç sonsuz bir potansiyel var oluşla bağlantılıdır ve onun var oluşu bu sonsuz potansiyel alanla birlikte bir var oluştur.
Diyebiliriz ki, bir varlık her zaman bu sonsuz potansiyel var oluşla temas halindedir. Onun bilinci içinde bu temas bölgesi de vardır. Ve diyebiliriz ki, bilinç Kozmik Bilinçle olan temasını, bu yönüyle kurar. Ve tarih boyunca gizliden yürütülen okullarda yapılan çalışmaların özü de, bilincimizin içinde, Kozmik bilinçle aynı frekansta titreşen bölgeyi canlandırmak ve onu işe koşmak olmuştur.
Enerji bedeninizi fark edin!
Ölümünün varlığının bilincinde olan bir insan, kişisel önemine bağlı olarak faaliyet göstermesinin zavallı bir çaba olduğunu ve bunun kutsal hayat armağanını heba etmek demek olduğunu anlar.
Ve ayrıca, içindeki, kendilik bilincini büyüten bir enerji bedeni farkındalığının olduğunu ayırt eder. Anlar ki, bilincinin iç katmanlarında başka bir benlik bilinci vardır ki, o sonsuzla temas halindedir. Bu Yunusun “Bir ben var ben de benden içeri” derken kastettiği bilinçtir.
İlginç olan nokta şu ki, sonsuzla olan temas alanlarını tarayan ve düzenleyen bu bilinçlilik, kendi başına faaliyete geçememekte, dünyasal benliğin niyetine ihtiyaç göstermektedir.
Ve birey, devrim niteliğinde bir şeyi fark eder. Sonsuz olan, Tanrı, Kozmik Bilinç, Ruh, ne dersek diyelim, benim bilincimin parçası olarak vardır ve benden ayrı bir elindeliğe sahip değildir. Her daim birlikte yaratım sürecinin sonsuza ve sonluya bakan iki yüzünü oluştururuz. Ve bilinç anlar ki, kendi bütünlüğünün dışında hiçbir şey yoktur, ya da kendi bütünlüğü geri kalan tüm var oluşu içermekte ve doğrudan etkilemektedir.
Böylelikle, enerji bedeninin farkındalığını bilince getirmek, ruhsal büyüme macerasının önemli bir aşamasına dönüşür. Ve insan, bu hedefi gerçekleştirmenin sadece ona ait bir sorumluluk olduğunu anlar. Bu hedefi kendisi yerine kimse gerçek kılamaz.Ve insan, kendi var oluşunun aşkın sebebinin bu olduğunu anlar.
Her şeye yeterlisiniz!
Bilincin tekamül ettiğini nasıl anlarız. Kendi tanrısallığını fark edip, bir de bunu ifade etmesinden anlarız elbette. Bu, o varlığın elinden çıkan işlerde kendini açıkça gösterir. Bu işler bilincin bütünlüğünü daha derin düzeyde ifade edebilmesi için uygun koşulların yaratılması olarak kendini açığa vuracaktır.
Pratikte o varlık tümüyle kendine yeterlidir. Var olmak için hiçbir şeye ihtiyaç duymadığı bir aşamadır bu. Bu o varlığı münzevi yapmaz ki isterse birey bunu da seçebilir. Fakat kurduğu ilişkilerin hepsi, muhtaçlık hissinden değil; kişisel önemini ayakta tutabilmesi için giriştiği uzlaşmalardan değil, birlikte yaratma ve birlikte büyüme hissinden gelir.
Özerkliğinizi Kazanın!
Yolculuk birden bire, ya da birden bütünedir. Doğum ve ölüm tümüyle kişisel bir deneyimdir. Ve tek başımıza yaşadığımız bir deneyim. Tüm yaşamı tek başımıza yaşadığımızı anlayabilmek için özellikle ölümümüzün varlığını aklımızda tutmalıyız. Bu çok kişisel deneyim bizi eninde sonunda ele geçirecek. Öyleyse neden tüm hayatımızı özerk bilinç alanımızı yaratmak için değerlendirmeyelim. Onu bir dizi uzlaşmaya kurban edebiliriz. Ve hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayabiliriz. Ve ölüm geldiğinde hazır değilizdir.
Ölümün gözlerinin içine bakabilmek. Bu harikulade anı hakkıyla karşılayabilmek için tüm yaşamımızı bir meydan okumaya dönüştürmeliyiz.
Benliğin, bu haliyle sadece bir yaşam öyküsü olduğu ve ölümle son bulacağını anlamak.
Tüm yolculuğun, bilincin, ruhun tanrının vd. evrimleşme sürecinin sonucu olduğunu anlamak.
Kendilik bilincimizin var olan her şeyle ve olması potansiyel olarak mümkün olan her şeyle doğrudan bağlantıda olduğunu anlamak.
İşte bu farkı yaratır. Bu sonsuzluğun içinde bir boyut yaratmak anlamına gelir. Bilincin yeni bir ifade boyutu yarattığı anlamına gelir ki o biz oluruz. Ve o ölümsüz olur. Çünkü zamanı aşmıştır.
Hedef, bedenin içinde iken bu bilinci yaratmak olmalıdır. Tüm gerçek öğretiler, böylesi bir ölümsüzlüğün peşine düşmüşlerdir.
Yüzde yüz sorumluluk alın!
Tüm bu macera, bilincin özerkliğini fark etmesi ile anlam kazanır. Ve bilinçli varlık anlar ki, hayatındaki tüm sonuçlar, kendinin eseridir.
Kaza, tesadüf, kader, karma, tanrı takdiri, hesap günü vb açıklamalar, sadece inanma ihtiyacına bir cevap olarak üretilmişlerdir.
Aslında hayatımda olan her şeyin yüzde yüz sorumlusu benim. Bunu fark etmek idrakın şafağıdır. En küçük bir oranda bile olsa, hayatımda yaşadığım şeylerin içinde, diğerlerinin, koşulların, sistemin, tanrının bir payı yoktur.
Bu inanılmaz bir fark ediştir. Sonsuzlukla doğrudan bağ kurmaktır. Yaşam öykünden tamamen özgürleşmek, sonsuz olana sonluda yer açmak için bilinçli seçimlerde bulunmanın mümkün olduğunu idrak etmektir.
Mutlak anlamda özgür olduğunu fark etmektir.
Bu gizem dolu, hayret dolu var oluşta sonsuz bir seyyah olduğunu fark etmektir.
Yüzde yüz sorumluluk yüzde yüz özgürlük demektir.
O yüzden, kişisel tarihinizden özgürleşin,
Kişisel öneminizi silin atın.
Enerji bedeninizin size bir işaret vermesi için ondan istekte bulunun Harekete geçmek için niyetinizi beklemekte.
Yaşamınızdaki her şeyin yüzde yüz sorumluluğunu alın, şikayeti kesin.
Ölümlüsünüz bunu hiç unutmayın. Hiç zamanınız yok.
İçinizdeki sonsuz olanı araştırın.
İnanma ihtiyacını tamamen aşın. İnanma ihtiyacı zihnin kullandığı harika araçlara dönüştü.
Kendinize tamamen yeterlisiniz. Buna inanmanıza engel olan tüm yanılsamaya cesaretle bakın. Sadece bu bakış bile onları güneşin altındaki kar gibi eritecektir.
Düşlerinizi hatırlayın. Uzlaşmalarınız yüzünden ertelediğiniz düşlerinizi..
Kendiniz için var olun! Yolunuzu kendiniz için yaratın!
Beklentiyi aşın!
Yola çıkın!
Işığınızı yakın!
O zaman göreceksiniz ki, galaksilerin ışığı önünüzde saygıyla eğilecek ve tüm evren size yol verecek.
Sevgimle,